17 Aralık 2017 Pazar

17 ARALIK ŞEHİTLERİ ANISINA...


Çok fazla yazsam da yazdıklarımı pek paylaşmam. Ama acemi kaleminden çıkan bu kısacık öyküyü paylaşmak istedim onların anısına. Kusurlarımı bağışlayın lütfen... Allah hepsini rahmetiyle karşılasın. Dua ile...                ASKER AHMET
 Omuzları tutulmuştu kadıncağızın. Sadece on dakika uyuyakalmıştı hastane koridorundaki o soğuk sandalyenin üstünde. Ama ölesiye korkuyordu bu on dakikacık kısa zamanda bir şey oldu mu diye sormaya.

Sahi kaç gündür hastanedelerdi? Doktorlar "Beklemeyin. Bir gelişme olursa biz size haber veririz." demişlerdi. Üstelik bunu söylerken gözlerini kaçırmalarından belliydi pek de ümitli olmadıkları. Bekleyecekti yine de annesi. Ahmet'ini Kayseri'de yalnız bırakamazdı. Uyandığında oğlu onu görmeliydi. Arkadaşları Cennet köşklerine kurulmuştu çoktan. Kim karşılayacaktı Ahmet'i o olmazsa?

17 Aralık... Yüreğine o berbat acının çöktüğü gün... Çarşı iznine çıkıyordu sarı kuzusu. Bugün mutlaka arar, anacığının hayır duasını ister, bir de dalga geçerdi " Beni ever artık Gülsüm Hanım!" Ama o gün arayamadı Ahmet. Daha çarşıya varamadan patlattılar otobüsünü. Ahmet'in, aslan gibi yavrusunun, dağ gibi evladının kolu bir tarafa, bacağı bir tarafa uçtu. Üstünden nice arkadaşının cenazesini, yaralı paramparça bedenini kaldırdılar da çıkardılar altından oğlunu. Ama güçlü çocuktu, yine de yaşıyordu kaç gündür evladı.

Sandalyede bunları düşünürken omuzlarında sanki iki dağ oturuyordu Gülsüm'ün. Ne yapardı oğlu da giderse? Kocasını daha gencecikken vermişti toprağa. Bir oğlu vardı ondan yadigar. Tıpkı babasına benzeyen, aynı babası gibi yiğit. Sildi gözlerini Ana Gülsüm. Şimdi güçlü olacaktı. Böyle şeyler düşünmeyecekti.

Hemşire seslendiğinde yüreği bir kuş olup uçtu. İyi bir haber mi kötü bir haber mi diye kafasını kaldırıp bakamadı bile kadının yüzüne. Haber yokmuş meğer. Steril kıyafetleri getirmiş, Gülsüm girsin Ahmet'i görsün diye...

Yoğun bakımdaki ilaç kokusuna alışmıştı artık. Her gün gire çıka eşyaların yerleri bile kazınmıştı artık beynine. Ama o farkında bile değildi bunların. Tek derdi oğluydu garibin. Yanına yaklaştı Ahmet'in. Tutacağı, güç vereceği bir sağ eli yoktu artık. O yüzden soluna geçti oğlunun. Meyletti elini tutmak için. Ama sanki canını acıtacakmış gibi bir his çöreklendi içine, kuzusuna kıyamadı; vazgeçti.

Her yerinde onlarca, yüzlerce yara vardı. Kimi ağır, kimi hafif o yaraları teker teker okşasa iyileşirdi kızanı. Ama izin vermiyordu ki doktorlar mikrop kapar diye. Her girdiğinde yaptığı gibi usulca sokuldu, yavrusunun kulağına ninnisini söylemeye başladı. "Nenni diye beledim / Seni Hakk'tan diledim / Al sancağa doladım / Nenni yavrum nenni" . Sahi bebekliğinde ona kaç kez söylemişti bu ninniyi? O zaman hissetmiş miydi acaba al sancak uğruna oğlunun neler yaşayacağını? Anaydı ne de olsa. Doğmuştu belli ki yüreciğine. Bu kadarcıktı Gülsüm'ün izni. Ninnisini söyledi ve sırtında cihanı taşıyormuş gibi ağır ağır çıktı otomatik kapıdan...

Yoğun bakım girişinde doktoru bekliyordu Ahmet'in. Hemen dikildi karşısına anacığı. Bu da her gün sektirmeden aynı saatte yaşanan bir diğer sahneydi. Doktor karşısına geçip o gün de bir değişiklik olmadığını söyler, elinden bir şey gelmediği için utandığından yerlere bakarak giderdi. Ama bugün gözlerini dikti Gülsüm'ün gözlerine. "Ahmet artık gidiyor. İç kanaması tüm vücudu sardı. Durduramıyoruz. Bir bir ölüyor Ahmet'in organları." diyebildi güçlükle yutkunarak, ve her kelimede boğazındaki adem elması yumruk kadar şişerek.

Ah be yetim Ahmet. Sırası mıydı gitmelere niyetlenmenin? Köyünden çıkıp gittiği ilk yer Isparta'daki acemi birliği idi, ikincisi de Kayseri'deki usta birliği. Daha hiçbir yeri görmemişti ki Ahmet. Gökyüzü her yerde aynı mıdır, yıldızlar şehirlerde de parlak mıdır, başka yerlerin havası suyu nasıldır bilmek isterdi. Haritadan işaretler sıraya sokardı gezeceği yerleri..

 Daha evlenmemişti bile... Bırak evlenmeyi şöyle adam akıllı bir sevdaya bile tutulmamıştı. Aşkından yanmamıştı ki yüreği kavrula kavrula. Terk edilmenin acısını, kavuşmanın sevincini öğrenememişti ki...

Biri kız biri erkek iki çocuğu olacaktı ya Ahmet'in. Kendisi gibi yiğit, boylu poslu, bir delikanlı olacaktı oğlu. Güreş tutacaktı Ahmet onunla. Bukle bukle saçları olacaktı güzel kızının. İnce, narin yapılı; kibar bir kızı olacaktı. Kızına kitaplar alacaktı Ahmet. Okusun dünyayı tanısın diye...

 Anacığına bir ev yapacaktı ya? Bir oda bir salon. Küçücük kutu gibi. "Gelinin yanında rahat edemem." dediydi Gülsüm. O zaman şarttı ona şirin bir yuva yapmak. Ama Ahmetlerle aynı avluda olacaktı evi. Kimleri vardı ki birbirlerinden başka.

Muhtar olacaktı bizim oğlan. Köyündeki eksiklikler neyse gidermek için koşturacaktı. Hizmet edecekti o büyürken yetimliğinin acısını hafifletmeye çalışan, her müşküllerinde yanlarında olan köylülerine. Bundan daha iyi teşekkür mü olurdu?

Daha yaşlanacaktı be Ahmet. Saçına ak düşmeden, eline baston almadan, sakallarını bir kez bile uzatmadan mı gidiyordu?

Gülsüm sandalyeye kadar bile yürüyemedi. Çöküverdi yoğun bakımın kapısına. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu göz yaşları. İçine içine akıyor, sel olup tekrar çağlıyordu. Gidiyordu oğlu. Tek tutar dalı, hayatının anlamı gidiyordu. Ne için yaşayacaktı bundan sonra? Ne anlamı vardı ki hayatının?

Nice sonra birden doğruldu Ahmet'in yiğit anası. Oğlu askerdi ya bomba patladığında, vatan için gidiyordu, al bayrak için gidiyordu, başka analar ağlamasın, bebeler ölmesin, Türk oğlu Türk kimse yurtsuz kalmasın diye gidiyordu. Sen ne büyüksün be Ahmet! Giderken bu kadar mı mutlu edilir bir ana? Bir ana hem ağlar hem güler mi evladının gidişine? Eğer o gidiş seninki gibi şanlı ise güler, Ahmet. O giden senin gibi yiğit ise güler.

Çok sürmedi bekleyiş. Ertesi gün Hakk'a yürüdü Kayseri Şehidi Ahmet. Yirmi bir yıl önce Niğde'de devlet hastanesinde kundağa sarıp vermişti ebeler Ahmet'i. Şimdi de Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde al bayrağa sarıp tekrar veriyorlardı yavrusunu. Okşadı al bayrağı. Sarılmaya çalıştı oğluna. Ama kolları kavuşmadı. İçine sine sine saramadı kuzusunu. Ama tabutundan buram buram gül kokusu, Cennet kokusu geldiğini duyunca çok da kederlenmedi bu duruma.

Köyüne gitti Ahmet son kez. Askere giderken tek başına çıkmış, usul adımlarla ana yoldan bir başına binmişti otobüse. Ama dönüşünde binler karşılıyordu Ahmet'i köy meydanında. Değil köyleri, değil kasabaları, tüm Niğde oradaydı o gün. Hellalleşeceklerdi Ahmetle. Öyle ya. Onlar için gitmemiş miydi Ahmet askere? Onları korumak için gecelerce nöbet tutup, onlarca tehlikeli göreve katılmamış mıydı?

Camiye sığamayan kalabalık namazdan sonra da Ahmet'i omuzda taşımak için yarışmaya başlamıştı. Bir iki adım atınca hemen değişiyordu ona omuz verenler. O dağ gibi Ahmet, o heybetli delikanlı kuş olmuştu sanki. Taşıyanların hiçbiri hissetmiyordu ağırlığını. Sanki tek bir kırmızı güldü taşıdıkları... Özenle, hırpalamadan, tekbirlerle yürüyerek getirmişlerdi Ahmet'i ebedi evine.

 Şimdi de toprak atmakta yarışıyorlardı üstüne. Her kürekte hem bir ok saplanıyordu ana yüreğine, hem de bir gurur çöküyordu. Bu kalabalık oğlu için gelmişti. Kahramandı evladı. Bu köy böyle kutlu bir düğün bir daha ya görürdü ya görmezdi. Bu da onlara nasip olmuştu Elhamdülillah.

 Duadan sonra yavaş yavaş çekildi kalabalık. Veda vakti gelmişti. Gülsüm bir avuç toprak aldı avcuna. Kokladı. Aynı Ahmet gibi kokuyordu, gül kokuyordu toprağı da. Peygamber ismini boşuna vermemişti ona...Öptü, yerine koydu evladının toprağını. Üstünü düzeltip tek tek taşlarını ayıkladı. Sanki o taşlar orada kalsa oğluna batacaktı. Oğluna batmasa Gülsüm'ün yüreğine batacaktı. Kalktı ağır adımlarla. Çam fidanı getirttiydi çocuklara. Aldı, yavaşça dikti Ahmet'in başına. Tam şehadet sancağının yanına. Bu fidanla birlikte gururu, acısı, sevgisi, hasreti gün gün büyüyecekti. O fidanla birlikte vatan için, bayrak için, anası için seve seve şehadete koşacak binlerce, on binlerce Ahmet büyüyecekti.
(17 Aralık Şehitleri anısına....)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder